Çaycı kapıdan girip dükkan sahibi esnafa bakar. “Önce misafire ver!” mealinde bakışı yakalıyınca çayı koyar misafirin sehpasına. Çay servisi bitince ya esnaf kendisi verir ya da çaycı çekmeceyi açıp alır. Çok renkleri vardır, kırmızı, mavi, sarı. Bir keresinde pembesini bile görmüştüm.
Adına “Marka” derler. Esasen bir bardak demli çaya karşı düşer. Kullanıldığı yöreye, çaycının insafına, çay içenlerin ekonomik durumlarına göre değeri değişkendir. Kimi zaman bir bardak karbonatlı çaydır, tavşan kanı niyetine içilir çok uzatmadan.
Futbolumuzda marka değeri mevzu bahis olunca anlamı değişir. Samimiyetsiz yöneticiye göre “Yıldız futbolcumuza tekme atıldı, marka değeri düştü” dür. Programı yayından kaldırılan yorumcuya göre “Marka değerini biz değil bozuk zemin düşürdü” dür.
Programı yayından kaldıran yayıncıya göre “Konuklara damatlıkları giydirdik, yükseldi” dir. TRT’ye göre “Bloklar arası bağlantı veya bütçe görüşmeleri marifetiyle katledilen canlı yayın” dır.
155 yıldır tüm futbol kupalarını canlı seyreden için “Teknik direktörün korkak” dır. Defans oyuncusu için “Rakibin önünde yere atlayıp faul kazanmak” dır.
Valiye göre “hafta sonu derbi müsabakada yedibinbeşyüzoniki güvenlik görevlisi, üçyüzkırkiki itfaiye memuru, yirmiyedi otobüs nezaretinde münferiden maça giden deplasman taraftarı ile yükselen” dir.
Hayatında belki de ilk defa duyduğu halde popüler bir deyim olduğundan bilinmesi gereken, bilinmese de bir kılıfa uydurulması gerekendir. Bir anda futbola ilişkin tüm unsurları CEO yapar, en kötü ihtimalle pazarlama dehası.
Oyunu sevenlerin hiçbirinin aklına yatmaz, bir türlü oturmaz kafasına. Bizle ilgisi yoktur ki onun. Biz marka değerini basit ama şık, kullanışlı ama ulaşması pahalı Apple diye bilirdik.
Volvo’ydu, sade ama dayanıklı, makul ve güvenli...
Ferrari’ydi kırmızı ve safkan....
Bizim oyunumuz basit ama eğlenceliydi. Çamurda da goldü, karda da. Direkten dönen üçüncü toptu rakibin tek atağıyla yenildiğimiz maçta. Van Hooijdonk’tu rakibine kalkan olan, Ergün Pembe’ydi efendilik timsali. Gordon’du, Veselinoviç’ti. “Bir ara pası Selçuk” tu Bordeaux deplasmanında. Ordinaryüs’müş, Kral’mış zamanında Şenol - Birol gollü.
Sonra çaycı bozuldu. Etrafta çok çaycı vardı, kendi çayını satmayı beceremiyordu artık. Yarım paket çaydan bin bardak çay çıkarmaya kalktı. Sabahtan demledi, akşama kadar haşladı.
Doksan dakikayı yüz seksen dakika da yorumladı. Bir dakika maç iki dakika yorum. Bastı karbonatı demledi çayı. Al ileri ver geri. Bas kartı, yok vazgeçtim oyunda tut. Ben demiştim kontrollü oyun, Hakan Şükür tipinde forvet, mümkün değil başka türlü olmaz. Al sana 3 maç ceza, yok dur 1 olsun. Sen küfür ettin seni kapattım. Sen de ettin sen para ver. Hakem yaktın bizi. Onları da yaktı ama bizi de yakmıştı önceden. Değil mi İsmail, evet paşam hak buyurdunuz.
Farkında olmadan çayı unuttu esnaf. Karbonat içiyor artık. Kimi bilerek içiyor, kimisi çayı hiç görmemiş. Hep karbonat vardı zannediyor.
Artık markanın değeri karbonat kadar. Tekrar çaya denkleştirmeye çalışıyorlar şimdi. Bilmiyorlar nasıl olur.
Ne kadar kolay oysa. Koy şöyle esnafın önüne güzelce demlenmiş çayı. Rengi tavşanı kanı kadar kırmızı olsun. Safi çay olsun ama. Daha çok müşteri lazımsa yanına ince bir dilim limon koy bazen de kurabiye. Hele simit versen yanında çay yetiştiremezsin.
Ama dikkat et, çayın bazen kötü olsa da hile hurda karıştırma.
Hatta dur! Sen hiç karışma.
Çay, içmeyi bilen için hep güzeldir Boğaz’da.